Translate / dil çevirici

10 Ekim 2013 Perşembe

kızılderili hikayesi

KIZILDERİLİ HİKAYESİ

Arkamda yürüme, ben öncün olmayabilirim. Önümde yürüme,
takipçin olmayabilirim. Yanımda yürü, böylece ikimiz eşit oluruz.

(Ute Kabilesi )



BÖLÜM 1


Yazları her sabah güneş Salinas Irmağı’nın doğusundaki çıplak tepelerinin üzerinden kendini göstermeye başladığında,ırmağın kuzey ucuna kadar sular sapsarı olurdu.

Bu durum suların akışıyla birlikte meydana gelen hareketlerle adeta renklerin dansını çağrıştırırdı.

Irmağın iki kıyısı da düzensiz bir şekilde baştan başa bazen ağaçlarla,bazen düz çayırlıklarla bazen de irili ufaklı kayalıklarla kaplıydı. Daha kuzeye gidildiğinde ara ara steplere de rastlanıyordu.

Salinas’ın güney kıyısında Comancheler’in,kuzey kıyısında ise Apacheler’in

kampı bulunmaktaydı. Bu iki Kızılderili kabilesi çok uzun yıllar bu bölgede birbirlerine zarar vermeden yaşıyorlardı. Onları ayıran sadece Salinas Irmağı’nın berrak suyuydu. Apacheler’in avcılık özellikleri daha gelişkindi. Komancheler ise daha çok bitkiler konusunda gelişkindi. Ancak gerektiğinde avlanmaktan sakınmazlardı. İhtiyaçları olmadıkça avlanmazlardı. Avlanırken en zayıf olanı seçerlerdi. Sağlam olanların neslini devam ettirmesi onların doğadaki diğer canlılara olan saygısından ileri gelirdi. Doğayla iç içe yaşarlardı. İnsanların doğadan uzaklaştıkça kalplerinin katılaştığına inanırlardı.




Bundan sonra anlatılacak olan hikaye Apache Kabilesinden Yorgun Bizon’un oğlu Koca Göbek’in hikayesidir. Hikayeyi Koca Göbek’in kendi anlatımıyla aktarıyoruz:

Salinas Irmağı, kış gelip buz tutana kadar yazları her sabah Pençe adlı atımla kıyıya gelir öğlene kadar yüzerdim.İnce ve uzun boylu olmama rağmen arkadaşlarım beni Koca Göbek diye çağırırlardı. Bu bölgedeki bütün Kızılderililer arasında Koca Göbek dendiğinde ben akla gelirdim. Ceylan derisinden giysilerim vardı. Apacheler’de her erkek çocuğu belli bir yaşa geldiğinde avladığı ilk ceylanın derisiyle kendisine giysiler yapılırdı. Bu onun ilk sınavını geçtiği anlamına gelirdi. Eğer avlanmayı başaramamışsa, başarana kadar üzerine sert bizon derisi geçirmek zorundaydı. Bu bir Kızılderili için utanç demekti, çünkü bizon derisi sadece çadır yapımında kullanılırdı.

Saçlarım uzun iki yana örgülü ve her iki örgünün ucunda da kabilemizin simgesi olan beyaz başlı kartal tüyü takılıydı. Kartalın gözleri kadar keskin gözlerimiz, pençesi gibi güçlü ayaklarımız ve avcı bir ruhumuz vardı.

Yine bir sabah yüzmek için Salinas’ın kuzey kıyısındaki kızıl kayalıklara geldiğimde, karşı kıyıda ırmaktan su dolduran birini görmüştüm.Comancheler’den olduğu kesindi. Giysilerinin üzerindeki renkler onu ele vermişti. Yüksek bir kayanın üzerine uzanıp, onu seyretmeye başladım. Henüz beni farketmemişti. Onun dikkatini çekmemek için oldukça sessiz hareket ediyordum.

Bu üzerinde rengarenk boncuklar salınan,alnı kırmızı kök boyası ile boyalı bir Comanche kızıydı. Yanılmamıştım. Zihnimi bir merak duygusu, bedenimi ise garip bir heyecan duygusu sarmıştı.

Kızılderililere özgü kavruk bir teni vardı. Boynu rengarenk boncuklarla sarılıydı. Geyik derisinden yapılmış giysileri üzerinde renkli kuş tüyleri uzaktan da olsa seçilebiliyordu. Siyah saçları iki yana örgülü ve incecik beline kadar uzanıyordu.Her iki örgüde de Comancheler’in simgesi olan atmaca tüyü asılıydı.Güneşin ışıklarıyla tüyler alaca bir renk alıyordu. Eteği ince ve kısa saçaklarla ,saçakların ucu ise parlak ve mavi boncuklarla kaplıydı. Elindeki kovaya su doldururken yapmış olduğu her harekette saçaklar salınıyor ve boncuklar birbirine çarparak ritmik bir ses çıkarıyordu.


Yüzü daracık ve yanakları küçüktü. İncecik beli Salinas ırmağı gibi kıvrılıyordu. Uzun bir süre kımıldamadan kayalığın üzerinde onu seyrettim. Suyunu doldurup gittiğinde halen kayalığın üzerinde duruyordum. Dalıp gitmişim. Birazdan uyandığımda güneş tepede bir tepsi gibi asılıydı. İlk defa o gün nehrin berrak ve ılık suyunda yüzmeden çadırıma geri döndüm. Akşam olup güneş ırmağın suları arasında kaybolurken, boynumda asılı kartal tırnağını avucumun içinde sıkarak Trinanka’nın duasını ettim. Bana uğur getireceğine inanıyordum. Sonraki günler her sabah güneş tepeden belirmeye başladığnda yine onu görürüm diye aynı kayalığın üzerinde bekledim. Fakat,yaz boyunca bir daha onu göremedim.

Aylar sonra kış bastırıp Salinas Irmağı donunca Comancheler’in bulunduğu karşı kıyıya geçmek zorunda kaldım. Apacheler’le Comancheler zorunlu olmadıkça birbirlerinin bölgelerine girmezlerdi. Aradan geçen uzun zaman sonra nehirden karşıya geçip,Comancheler’den vitrana kökü almaya geldiğimde onu ikinci kez görmüştüm. Vitrana kökü lapa oluncaya kadar kaynatılıp,suyu sıkıldıktan sonra soğuktan oluşan yaraların üzerine bastırıldığında onarıcı etkisi olan bir bitkiydi. Bizlerin, yani Apacheler’in reisi Yüzen Boğa için almaya gelmiştim.

Yazın toplanıp, kurutulmuş bitkileri derilerin içine tıkan iki Comanche kadının arasında durmuş, doldurulmuş derilerin ağzını bağlıyordu. Onunla konuşmak için çok az zamanım olduğunu biliyordum. Bitkiyi almak için yanlarına yaklaştığımda beni fark etmişlerdi. Yavaş adımlarla yanına yaklaşıp vitrana kökü istediğimi söyledim. Tedirgin ama gülen gözlerle beni süzdüğünü fark ettim. Bir keseye doldurulmuş bitki kökünü bana verirken göz göze geldik. Karşılığında yanımda getirdiğim donmuş bizon etini uzatırken adını sordum. “ Minik Yanak” diye cevap verdi. Sessizce hiçbirşey söylemeden çok kısa bir an öylece kalakaldım.Yavaşça bitkiyi aldım ve istemeden de olsa çadırın çıkışına doğru yöneldim. Çadırın içinde ruhumu bırakmış bedenimi dışarı atmıştım sanki. Salinas’ın kuzeyine, kampımıza dönmek için atıma binerken, uzakta,çok uzakta beyaz örtüyle kaplı ormanın derinliklerinden gelen uğultu yüreğimden gelen sesin yankılanmasıydı adeta.

Sonradan öğrendim Minik Yanak Comancheler’in reisi Uçan At’ın kızıymış…..





BÖLÜM 2


Yazın ve ilkbaharda çok hareketli olan Salinas Irmağı’nın kıyıları kış yaklaştıkça yavaş yavaş durgunlaşırdı. Irmak kenarına su içmeye gelen benekli ceylanlar,dağ keçileri,kocaman boynuzlarıyla etrafı gururla süzen geyik sürüleri, bütün yaz alabalık peşinde koşan kara ayılar,uzun uzun koşuşturmalar sonucunda soluğu ırmak kenarında alan bufalo sürüleri ,çakallar,tüm sürüngenler ve rengarenk tüyleriyle durmadan ötüşen ırmak kuşları artık görünmez olurdu. Hayvanların bir kısmı daha sıcak olan güney bölgelerine akın eder, bir kısmı da uzun süreli kış uykusuna yatardı.

Biz Kızılderililer için hayvanlar insanın ruhu gibidir. “Hayvanlar olmadan insanlar nedir ki? Eğer bütün hayvanlar kaybolup giderse insanoğlu büyük bir ruh yalnızlığı içinde ölecektir. Hayvanlara ne olduysa insanlara da aynısı olur. Her şey birbirine bağlıdır. Yerkürenin başına gelen, yerkürenin çocuklarının da başına gelecektir.” Biz buna inanırız…

Salinas’ın doğusundaki çıplak ve gri tepelerin zirvesinden aşağıya Salinas’a baktığınızda vadi boyunca batıya doğru kıvrıla kıvrıla uzanan bu ırmak kışın buz kestiğinden hareketsizleşir, adeta beyaz örtü tarafından iki kıyısı da esir alınmış gibi olurdu. Bu durum beyaz adamın yakaladığı kızıl derilileri sırtüstü toprağa uzatıp, kollarını iki yana açarak hem ellerinden hem de ayaklarından kazıklara bağlamasına benzerdi. Bir tür esaretti yani. Ancak ilkbaharla birlikte güneş yine çıplak tepelerden yüzünü göstermeye başladığında her şey değişir, bu durgunluk bir son bulurdu.

Kış kendini iyice hissettirmeye başlayınca Salinas Irmağı ve çevresi diz boyunca karla kaplanmıştı. Son beş gündür aralıksız ve ince ince yağan kar rüzgarın da etkisiyle koşulları gittikçe zorlaştırmıştı. Rüzgarla birlikte yamaçlardaki ağaçlık alanlardan başlayan uğultu vadi boyunca devam eder, çadırlarımızı yalayarak güneye Comancheler’in kampına kadar ulaşırdı. Bu uğultu sanki alaycı bir biçimde bize meydan okur, elimizi yüzümüzü vahşi bir ayı gibi çizer giderdi.

Apacheler olarak iki günde bir güneye gidip, avlanıyorduk. Avcı grupları üç kişiden oluşuyordu ve dört grup vardı. Ben ikinci gruptaydım. Bu sabah ava gitme sırası bizdeydi. Arkadaşlarım konuşan Ayı ve Kırık Yay ile birlikte sabah erkenden hazırlıklara başladık. Ava erkenden gitmek gerekiyordu. Bufalolar sabahın erken zamanında daha hareketsiz olurlardı. Ancak öğlene doğru biraz ısındıktan sonra daha hareketli oluyorlardı. Bu nedenle onları yakalamak zorlaşıyordu.

Ava gittiğimiz her gün benim için Minik Yanak’ı görme umudu oluyordu. Çünkü Comancheler’in kampından geçip daha güneyde avlanıyorduk. Minik Yanak ava gittiğim günlerde Comancheleri güneye bağlayan yol kıyısındaki küçük tepenin yamacındaki atlar için yapılmış korunakta beni beklerdi.

Bu sabahta erkenden atlarımız hazırlayıp, derilerle sıkıca sarıldıktan sonra oklarımızı da alıp Konuşan Ayı ve Kırık Yay ile yola çıktık. Kampın önündeki seyrek ağaçlıktan çıkıp, düz alan boyunca atlarımızla ikiyüz at boyu kadar ilerledikten sonra buz tutmuş Salinas Irmağını geçtik. Irmağı geçerken yavaşça ilerliyorduk. Beyaz örtünün her an kırılma olasılığı vardı.

Konuşan Ayı kocaman kafası, şiş yanakları, kısa ve kalın gövdesi ile uzaktan balkıdığına gerçekten kara bir ayıyı andırıyordu. Ama usta bir avcıydı. Kırık Yay ise ilk ceylan avında yayının ipini fazla gerdiğinden yay ortadan ikiye bölündüğü için bu ismi almıştı. Hızlı koşardı. Bu onun en önemli özelliğiydi.

Comanche Moon Painting



Salinas Irmağı’ndan karşıya geçtikten sonra düz ve dik bir yolu tırmanıp, tepenin arka tarafında bulunan Comancheler’in kampına ulaşırdık. Hiçbir zaman kampın içine girmez, yanından uzanan ve bizi av bölgesine bağlayan yolu takip ederdik. Böylelikle karla fazla boğuşmadan ve Comancheler’i fazla rahatsız etmeden ilerleyebiliyorduk. Atlarımız beyaz örtüde ilerleyebilmek için için yeterince güçlüydü. Atım Pençe beyaz örtü kadar beyaz, yelesindeki ve kuyruğundaki tüyler ise siyahtı. Ayaklarında ve kafasında da birkaç siyah leke bulunuyordu.

Sabah, gün daha yeni ışıldamaya başladığında yol kıyısındaki at korunağına gelmiştik. Gözlerim Minik Yanağı arıyordu. Kırmızı ile boyalı alnını, iki yanda örgülü saçlarını ve uzaktan ışıltısı fark edilen gözlerini görür görmez atımdan iner yavaş adımlarla yanına yaklaşırdım. Bu üçüncü görüşmemiz olmasına rağmen fazla konuşamıyorduk. Uzun süre iki elini de tutup, gözlerine bakar, örgülü saçlarını okşar ve dönüp atıma binerdim. “ İnsanın gözleri öyle kelimelerle konuşur ki dil onları anlatmakta yetersiz kalır” derdi yüce ruh.

Bu görüşmemizde Minik Yanak’a bileğine takması için yılan derisinden yaptığım ve üzerini üç kırmızı çizgi ile çizdiğim bir bileklik armağan ettim. Üç kırmızı çizgi sevginin,dürüstlüğün ve bağlılığın ateşini simgeliyordu.

Bir kez daha dönüp Minik Yanak’a baktıktan sonra bufalo sürülerinin olduğu yöne doğru Konuşan Ayı ve Kırık Yay’la birlikte yola koyulduk.Yüzlerimizde savaş boyaları vardı.Çünkü bu doğa ile yaptığımız bir savaştı. Siyah keskin gözleri,sarı hızı, yeşil ise gücü simgeliyordu. Doğa güçlüydü…”Düşmanımı cesur ve kuvvetli yap! Eğer onu yenersem utanç duymayayım.” diye düşünürdü atalarımız.
Bu av yolculukları beni minik yanağa götüren sevgi yolculuklarına dönüşmüştü. Her seferinde daha büyük bufalo avlamak istiyordum. Avladığım her bufalonun büyüklüğü sevgimi de gittikçe büyütüyordu. Yakaladığımız bufaloları kızağa sıkıca bağlayıp, atlarımızla sürükleyerek Apache kampına kadar taşırdık. Ben bufaloları değil sanki Minik Yanağın sıcaklığını taşırdım kamp çadırıma. Bu durum bütün kış boyunca böylece sürüp gitti.

Kabilelerimizi birbirinden ayıran ve yaz sabahları ılık ve berrak suyunda yüzmek için gittiğim Salinas Irmağı şimdi buz tutan suyuyla beni minik yanağa bağlıyordu….


"Bu hikaye bu site kaynak gösterilerek yayınlanabilir. "

9 Eylül 2010 Perşembe

yerçekimi yasası,kepler ve güneş sistemi

Yerçekimi yasası keşfedilen ilk temel yasalardan birisidir. Bu yasanın, “insan zekasının gerçekleştirdiği en kapsamlı genelleme” olduğu söylenmiştir. Yerçekimi yasası şudur: iki kütle, birbiri üzerine, aralarındaki uzaklığın karesi ile ters orantılı ve kütlelerinin çarpımı ile doğru orantılı olan bir kuvvet uygular. Bu önemli yasayı aşağıdaki matematik formülüyle ifade edebiliriz:




             mm’
F = G ---------
              r2



Yani bir sabit sayı çarpı kütlelerin çarpımı bölü uzaklığın karesi. Şimdi buna bir de, bir kütlenin bir kuvvet etkisiyle ivme kazandığını, veya hızının her saniye, kütlesiyle ters orantılı olarak değiştiğini, veya kütle azalınca hızının daha fazla, kütleyle ters orantılı olarak değiştiğini eklersek yerçekimi yasası hakkında tüm gerekenler söylenmiş olur. Bunun ötesinde söylenecekler, bu iki şeyin matematiksel sonucundan ibaret olacaktır.



Eski bilginler gezegenlerin gökyüzündeki hareketlerini gözlemleyerek onların Dünya ile birlikte Güneş çevresinde döndüğü sonucuna vardılar. Bu sonuç daha sonra Copernicus tarafından da bağımsız olarak keşfedildi. Bundan sonra yanıtı araştırılacak soru şuydu: Güneş çevresinde tam olarak nasıl dönüyorlardı? Güneş’in merkez olduğu bir çember üzerinde mi, yoksa bir başka eğri boyunca mı? Ne hızla hareket ediyorlardı? v.b. Bunların yanıtlanması daha uzun zaman aldı. Copernicus sonrası dönemler, gezegenlerin gerçekten Dünya’yla birlikte Güneş etrafında mı döndükleri, yoksa Dünya’nın evrenin merkezinde mi olduğu sorularının tartışıldığı dönemlerdi.



Daha sonra Tycho Brahe(1546-1601) adında bir adam, soruyu yanıtlamak için bir yöntem önerdi. Eğer gezegenler çok dikkatle gözlenip gökyüzündeki yerleri tam olarak kaydedilirse, teorilerin durumu belki açıklığa kavuşabilirdi. Bu, modern bilimin anahtarı ve doğanın gerçekten anlaşılmasının başlangıcı oldu. Bir şeyi gözlemek, ayrıntıları kaydetmek ve bu bilgilerin şu veya bu yorumu çıkarmayı sağlayacak ipuçlarını içerdiğini ummak. Zengin bir kişi lan Tycho’nun Kopenhag yakınlarında bir adası vardı. Buraya pirinçten yapılmış kocaman daireler yerleştirdi ve özel gözlem yerleri yaptırdı. Sonra geceler boyunca gezegenlerin konumlarını kaydetti. İşte ancak bu tür yorucu ve yoğun çalışmalar yoluyla bir şeyler bulunabilirdi.



Toplanan bütün bilgi Kepler’in (1571-1630) eline verildi. Kepler Brahe’nin asistanlığını yapıyordu. Gelen bu bilgiler üzerine Kepler’de gezegenlerin Güneş etrafında ne tür bir hareket yaptığını incelemeye koyuldu. Bunun için deneme yanılma yöntemini uyguladı. Bir ara yanıtı bulduğunu sandı. Gezegenler Güneş’in merkez olduğu çemberler üzerinde hareket ediyorlardı. Ancak daha sonra bir gezegenin, Mars’ın sekiz dakikalık bir yay kadar sapma yaptığını farketti. Kepler, Tycho Brahe’nin bu ölçüde bir hata yapamayacağını düşünerek yanıtın doğru olmadığı sonucuna vardı. Deneylerin çok dikkatli yapılmış olması nedeni ile başka bir yol deneyerek sonunda üç şey keşfetti.



İlk olarak, gezegenler Güneş’in odak olduğu elips şeklinde bir yörünge izliyorlardı. Elips bütün ressamların bildiği bir eğridir: Basık bir daire.





Bir gezegenin Güneş çevresindeki yörüngesi bir elipstir; Güneş de odakların birindedir. Bundan sonra gelen soru şuydu: Güneş’e yaklaştıkça hızı artıyor, uzaklaştıkça yavaşlıyor mu? Kepler bunun da yanıtını buldu(yukarıdaki şekil).



Bulduğu yanıt şöyle açıklanabilir: Örneğin üç hafta gibi belirli bir ara içeren iki farklı zamanda gezegenin konumunu saptayalım. Sonra, yörüngenin başka bir bölümünde, gezegenin yine üç hafta ara ile iki ayrı konumunu saptayalım ve Güneş’le gezegeni birleştiren doğruları çizelim(bilimsel deyimle bunlar yarıçap vektörleridir). Üç hafta ara ile çizilen iki doğru ve yörünge arasında kalan alan, yörüngenin her bölgesi için aynıdır. Demek ki, gezegen Güneş’e daha yakın olduğu yerlerde daha hızlı hareket ediyor ve uzaklaştıkça aynı alanı taramak için daha yavaş ilerliyor.



Birkaç yıl sonra Kepler üçüncü bir kural keşfetti. Bu kural yalnızca tek bir gezegenin Güneş çevresindeki hareketiyle ilgili değildi; farklı gezegenler arasında da ilişki kuruyordu. Bu kurala göre, bir gezegenin Güneş çevresinde tam bir devir yapması için gereken zaman, yörüngenin boyutuna bağlıdır; bu zaman da yörüngenin yörüngenin boyutunun küpünün kare kökü ile orantılıdır. Yörüngenin boyutu elipsin en büyük çapıdır. Keplerin bu üç yasası şu şekilde özetlenebilir:



1-Yörünge bir elipstir.

2-Eşit sürelerde eşit alanlar taranır.

3-Bir devir için gereken süre, boyutun üç bölü ikinci kuvvetiyle orantılıdır, yani boyutun küpünün kere kökü ile.

Kepler’in bu üç yasası gezegenlerin Güneş çevresindeki hareketlerini tam olarak belirlemektedir.



Bundan sonraki soru şuydu: Gezegenleri Güneş çevresinde hareket ettiren şey nedir? Kepler’le aynı dönemde yaşamış bazı kişiler bu soruyu şöyle yanıtlıyordu: Melekler kanatlarını çırparak gezegenleri arkadan yörünge boyunca iterler. Bu yanıt gerçeğe pek uzak sayılmaz aslında. Tel fark, meleklerin farklı yönlerde oturup kanatlarını içeriye doğru çırpıyor olmalarıdır.



Aynı sıralarda Galileo da Dünya’daki sıradan cisimlerin hareket kurallarını inceliyor, bu inceleme sırasında da bazı deneyler yapıyordu. Toplar eğik bir düzlemden aşağı doğru nasıl yuvarlanıyor, sarkaçlar nasıl sallanıyordu?vb. Galileo eylemsizlik ilkesi denilen önemli bir kural keşfetti. Kural şuydu:

Düz bir doğru üzerinde belirli bir hızla hareket eden bir cisim, hiçbir etken olmazsa bu doğru boyunca, aynı hızla, sonsuza kadar gitmeye devam edecektir. Bir topu durmamacasına yuvarlamaya çalışmış olan herkes için buna inanmak güç olsa da; bu ideal şartların varlığında , yerdeki sürtünme vb.etkenler olmasa, top gerçekten de düzgün bir hızla sonsuza kadar gidecektir.



Daha sonraki gelişme Newton’un şu soruyu tartışması ile başladı: Eğer cisim düz bir doğru boyunca hareket etmiyorsa ne olur? Buna verdiği yanıt da şu oldu:

Hızı herhangi bir şekilde değiştirmek için kuvvet uygulamak gerekiyor. Örneğin, bir top hareket ettiği yönde itilirse hızı artar. Eğer gidiş yönü değişmişse kuvvet yandan uygulanmış demektir. Kuvvet iki etkinin çarpımı ile ölçülebilir. Ufak bir zaman aralığında hızın ne kadar değiştiği, “ivme”olarak tanımlanır. Bunu cismin kütlesi veya eylemsizlik katsayısı ile çarparsak kuvveti buluruz. Bu ise ölçülebilir. Örneğin, bir ipin ucuna bağlanmış bir taşı başımızın üstünde bir daire çizecek şekilde döndürürsek, ipi çekmemiz gerektiğini fark ederiz.

Nedeni şudur: Taşın hızı sabit olmakla beraber, bir çember çizerek döndüğü için yönü değişmekte, bu nedenle de taşı sürekli içeriye doğru çeken bir kuvvet gerekmektedir; bu kuvvet de kütle ile orantılıdır. Şimdi iki ayrı taş alıp önce birini sonra diğerini döndürelim ve ikinci taş için gereken kuvveti ölçelim. Bu kuvvet birinciden, kütlelerinin farklılığıyla orantılı olarak daha büyük olacaktır. Hızı değiştirmek için gereken kuvveti saptamak, kütleyi ölçmek için de bir yöntem oluşturur. Newton bundan bundan bir başka sonuç daha çıkardı. Basit bir örnekle açıklarsak:



Eğer bir gezegen Güneş çevresinde bir çember boyunca gidiyorsa, onun yana doğru, teğet boyunca gitmesi için hiçbir kuvvete gerek yoktur. Eğer herhangi bir kuvvet olmasaydı başını alır giderdi. Ancak gezegen bunu yapmıyor; kuvvetin olmaması durumunda bir süre sonra gitmiş olacağı ta uzaklarda değil, Güneş’e yakın bir yerde bulunuyor.



Başka bir deyişle, hızı ve hareketi Güneş’e doğru sapıyor. O dönemlerde yaşamış(aslında halen günümüzde de yaşayan) bilimsel verilerden uzak bazı kişilerin açıklamalarına atıfta bulunursak meleklerin, kanatlarını sürekli Güneş’e doğru çırpmaları gerekiyor.

24 Haziran 2010 Perşembe

DAVID HUME

DAVID HUME (1711-1776)
İNSAN DOĞASI ÜZERİNE BİR İNCELEME

İskoçyalı David Hume Edinburg’da küçük bir toprak sahibinin ve katı bir Presbiteryeninoğlu olarak dünyaya geldi. Dünyanın en yetenekli filozoflarından olduğu gibi, İngilizce’yi en iyi kullanan yazarlardan biridir de. Önemli bir özelliği de meslekten bir filozof olmamasıdır.
1745’te, daha önce öğrenim gördüğü Edinburg Üniversitesi’ne Etik kürsüsü için başvurduğunda geri çevrilmişti.


Kendi ifadesiyle en büyük hırsı, yazar olarak üne kavuşmaktı. Filozof ve tarihçi olmanın yanında bir cemiyet adamıydı da, beşeri ilişkilerin adamıydı ve bir ihtiras adamıydı. Ama hiç evlenmedi. Edward Gibbon gibi o da yaşı ilerledikçe hiç hoş olmayan bir biçimde şişmanladı. Dostu olan Fransız romancı ve filozof Denis Diderot’ya göre “besili bir benedikten keşişi”ne benziyordu. Edinburg’da oturduğu isimsiz sokak, ölümünden sonra Aziz David Sokağı diye anılır oldu. Her ne kadar inançsız biri olarak görülse de gerçekten iyi bir insandı. Adam Smith onun için “kusursuz derecede bilge ve erdemli insan kavramına, zaafların hükmü altındaki insan tabiatının bekli de izin vereceğinden daha çok yaklaşan biri” diye yazmıştı.

Hume Edinburg Üniversitesi’ne girdiğinde hukuk alanında meslek edinmek amacıyla öğrenime başlamıştı, ama çok geçmeden bundan vazgeçti. Ruhundaki o yakıcı merak duygusunu doyurmak amacıyla edebiyat derslerine girmeye başladı. Bu duygu öyle şiddetliydi ki sonunda ruhsal çöküntüye yol açtı.

Çünkü müthiş bir yoğunlukla sürdürdüğü okumalar sonucunda bula bula “sonu gelmez tartışmalardan biraz daha fazlası” nı bulmuştu. “Hakikate varmayı sağlayacak bir araç” aramaya karar verdi sonunda. Temel görüşlerine şaşılacak kadar genç bir yaşta varmıştı.

Fransa’ya Descartes’ın da öğrenim görmüş olduğu La Fleche’e gitti. Bugün de bütün kitapları arasında en saygını olarak kabul edilen başyapıtı “A Treatise of Human Nature”ı (İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme) orada yazdı. Kitabı iki kısım halinde yayımladı: 1739’da I. Ve II. Kitapları, 1740’ta da III. Kitabı.

Fakat sonradan yakınacağı üzere “matbaadan ölü doğmuş” tu kitap. Kimsenin dikkatini çekmedi. Kendi yazdığına göre, “gençliğin ateşi alıp götürmüştü” onu. Newton’ın “Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri”nde fen adına yaptığını, felsefe adına bir solukta yapmak istemişti.

Bu yüzden uğradığı hayal kırıklığının Hume üzerindeki etkisi muhtemelen hafife alınmıştır. Sonuçta Hume, görüşlerini daha kısa iki çalışmayla açıklamaya yöneldi: “An Enquiry Concerning Human Understanding” (1748, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma) ve “An Enquiry Concerning the Principles of Morals” (1751, Ahlak İlkeleri Üzerine Bir Araştırma). Bu çalışmalarıyla değerlendirilmek istediğini söylüyordu. Zaten düşünür olarak eriştiği olağanüstü önemli etki gücünü de bunlardan birincisine borçlu olacaktı.

Ancak Britanyalı filozof Bertrand Russell’ın da yazdığı gibi “İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme”nin en iyi bölümlerini ve öne sürdüğü sonuçlara onu götüren nedenlerin çoğunu koymamıştı bu kitaba. Hume bir şüpheci olmasına rağmen her bakımdan öyle sayılmazdı. Hume her şeye tam bir şüpheci olarak bakmanın saçmalığa çok yakın durduğunu görmüştü. Felsefeye, o güne kadar yoksun kaldığı sağduyuyu en kuvvetli dozda aşıladı. Ondan beri de hiçbir şeyin etkisi bu kadar kalıcı olamamıştır. “The History of England” (1754-1759, İngiltere Tarihi) adlı eseriyle daha sağlığında üne ve parasal başarıya kavuşmuştu Hume. Bu kitap da yabana atılmayacak bir çalışma olmakla birlikte ilk kitabı kadar etkili ve önemli olmamıştır. Bir süre (1763-1766 arasında) Fransa’da yaşayan Hume, oradayken Paris salonlarının gözdesi oldu. Jean Jacques Rousseau’yla dostluk kurdu ve İngiltere’ye dönüşünde onu da yanında götürdü. Gerçi Rousseau onunla durmadan çekişirdi. Ve onun kendi şöhretini beş paralık etmeye çalıştığı gibi bir paranoyaya kapılmıştı ama, Hume’un üzerind ebeli bir etkisi oldu.


Hume’un felsefesi yalındır, buna rağmen derinliklidir ve ilk başta zor kavranır. Onun felsefesinin en önemli özelliği olan Ampirizmin gelişimine sağladığı çok önemli katkıdır. Terim Yunanca’da deneyim anlamına gelen sözcükten türetilmiştir. Spinoza, Leibniz, ve Descartes gibi 17. yüzyılın büyük filozoflarının hepsi de akılcı idi. Yani bütün düşüncelerini teoriye dayandırmışlardı. Avrupa’da felsefe hep bu yöne eğilimli olmuştu. Akılcıya göre sadece tümdengelime dayanan bir akıl yürütmeyle bilgiye erişmek mümkündür. Üstelik bilgi tek bir sistemden oluştuğu için, her şey ilke olarak bu sisteme göre açıklanabilir. Çünkü her şey bu sistemin bir parçasıdır.


Bacon ve Hobbes’dan itibaren Anglo-Sakson felsefesi bu yaklaşıma karşı koymuştu. Locke(Hume ne kadar adını anmasa da ona çok şey borçludur), hatta idealist piskopos Berkeley amprik yaklaşımı benimsediler. Bu yaklaşımı en etkin biçimde geliştiren ise Hume oldu. Ampirizm insan zihninde “doğuştan gelme idealar” olduğunu reddeder. İdelar ancak sağduyu deneyimiyle oluşturulabilir. Dolayısıyla Platon’un ideaları baştan reddedilir. “ideal tablo” diye bir şey yoktur. Çok sayıda gerçek, gözlemlenebilir tablo vardır. Platon’un ve sonraları da Spinoza’nın öne sürdüğü türden bilgi aslında bilgi değildir. Gerçek bilgiye parça parça ulaşılır. Zorlayıcı, çetin ve daima deneysel bir süreçtir bu. Hume antik çağdan devraldığımız felsefenin “tümüyle varsayımsal” olduğunu yazmıştı. Ona göre herkes, “insan doğasını dikkate almadan…..kendi hayaline başvuruyor”du. Oysa bilimsel yöntemi aklından çıkarmaksızın doğrudan insan doğasına başvurmak gerekiyordu.

Piskopos Berkeley’in ampirizmi, maddenin açıklanamaz olduğu, dolayısıyla da ancak tanrının zihninde varlık gösterebileceği gibi tuhaf gözüken bir sonuca götürmüştü onu. Bu nedenle Hume, ampiristler arasında Berkeley’e yer vermiyordu. Tanrının varlığının gösterilemeyeceğini savunuyordu. Dini düşünceleri incitmeme konusunda özenli davranmak zorundaydı. Hume’un düşüncesine göre tanrı kavramı bir idealar çağrışımı aracılığı ile ortaya çıkar. Yani Berkeley’in, Spinoza’nın ya da Leibniz’in oluşturduğu sistemlerin ardındaki idealar, fanteziden başka bir şeye dayanmaz. Onların temelinde fiili deneyim olmadığını söyler Hume.


Ahlaki yargıların(can almayacaksın, zina etmeyeceksin vb.) gerçek niteliğine ilişkin gayet zekice ve ironik tahlillerinden ötürü aynı zamanda bir psikologdu Hume. Bunların da doğruluğunun gösterilemeyeceğini ortaya koymak zevk veriyordu ona. Böyle yargıların onaylama ve onaylamama duygularına dayandığına inanan Hume, söz konusu duyguların temelinde de getirdikleri iyi ya da kötü sonuçların bulunduğu kanısındaydı. Sözgelmi can almayı yasaklarız, çünkü bunun temelinde yer alan nihai duygu, kendi canımızın alınmasının kötü bir şey olmasıdır. Zaten Hume her şeyi nihai olarak duyumlara ya da acı ile hazza indirgemekteydi. İnsan, diyordu, “fark edilmesi imkansız bir hızla birbirini izleyen, sonsuz bir akış ve hareket içinde bulunan farklı algılardan oluşmuş bir demet ya da derlemdir.” Budist felsefelerde de yankısını bulan bu “demet” teorisi, William James’in çığır açan eseri “The Principles of Psychology” de (Psikolojinin İlkeleri) daha da geliştirilmiştir.

Hume’un felsefesi uzun süre görmezden gelindi. Bazı unsurları, sözgelimi kötülük ve erdemin bizler için neden önem taşıdığına ilişkin açıklaması (buna göre, Hume’un “duygudaşlık” adını verdiği durumdan ötürü genellikle iyiliği tercih ederiz), inandırıcı değildir ve oldukça zayıf, hatta bilimsellikten uzaktır. Kendi sandığı kadar bilimsel değildi Hume’un yöntemi.


Fakat onun felsefi çalışmaları gerektiği gibi anlaşıldıktan sonra eski tarzda “metafizik yapmak”imkansız hale geldi. Hume’dan önemli ölçüde etkilenen ilk büyük filozof Kant’tı. Onu okuduktan sonra, “dogmatik uyuşukluğumdan uyandım” demişti. Zaten Kant’ın felsefesi de büyük ölçüde, ilk kez Hume’un ortaya attığı sorunlara getirilen çözümlerden oluşur.

İnsan düşüncesinde psikolojiden antropolojiye, sosyolojiden tarihe kadar ondan etkilenmemiş bir alan bulmak zordur.

15 Haziran 2010 Salı

GIAMBATTISTA VICO

GIAMBATTISTA VICO (1668-1744)


Yoksul bir kitapçının oğluydu ve bilgiye olan açlığını, babasından aldığı etkiye borçluydu. O alışılmış ironisi ve simgeci tarzıyla, yarı şaka yarı ciddi derdi ki, felsefeye olan ilgim, yedi yaşındayken babamın dükkanında merdivenden düşmeme bağlıdır. Ancak ne kadar alışılmışın dışında biri olsa da, ölümünün üzerinde uzun yıllar geçtikten sonra şöhrete kavuşabildi. Fazla cüretkardı ve hayal gücü fazla gelişmişti. Son derece modern denebilecek düşünce yapısı, kendi çağında genel olarak eleştiriden ve kuşkuculuktan uzak duran Napoli yaşamında olsa olsa egzantrik bulunmuştur her halde. İngilizce’de Giambattista Vico hakkında bugün bile çok yayın olmamasına rağmen, başyapıtı olan Scienza Nuova(Yeni Bilim) 1948’de İngilizce’ye çevrilmiş ve sık başvurulan bir kaynak olmuştur.

Vico’nun eseri fazlasıyla kişisel bir nitelik taşıyordu ve bu da 17. yüzyıl başlarında kabul görmesini zorlaştıran bir etkendi. Çok okuyan biri olmasına rağmen, onun birincil kaynağı okudukları değil yaşadığı deneyimlerdi. Bütün mesele o dönemlerde kişisel deneyimlerin pek ilgi uyandırmaması idi. Yaklaşık 1790-1810 yılları arasında Vico, Alman romantikleri tarafından keşfedildi. Daha sonra Fransız tarihçi Jules Michelet 1824’ te “Yeni Bilim’in” kısaltılmış bir çevirisini yayımladı. Vico’nun etkisi bundan sonra giderek arttı. Bugün öyle veya böyle batının düşünce tarihini yazacak olup da onu dışarıda tutacak çok az kişi vardır.


Her ne kadar kendi temel tezlerini örneklerle desteklemek için antik Roma’dan yararlanmış olsa da, antik çağın abartılı bir görkem içinde gösterilmesine karşı uyarılarda bulunan ilk düşünürler arasındadır. Tarihi döngüsel bir süreç olarak görüyordu. Hukukçu, tarihçi, şair ve ilk sosyal bilimciydi. Bu nedenle tarihe yepyeni bir açıdan bakmıştı. James Joyce “Finnegans Wake” adlı romanının sarmal yapısını ondan esinlenerek kurmuştu. Vico’dan modern anlamda bir tarih teorisi geliştiren ilk adam diye söz edildiği olmuştur.

Giambattista Vico nispeten başarısızlıklarla dolu bir hayat geçirdi ve manik-depresif yanı çok belli mizacıyla, kendi bahtsızlığına sık sık sövüp saymak durumunda kaldı. Otobiyografi’sinde hemen hemen hiç kişisel bilgi vermemesi (ailesinden bile söz etmemesi) büyük talihsizliktir. Bunun yerine kendi düşünsel gelişimini anlatır.


Napoli’de doğan Vicko, ömrü boyunca bu kentin çevresinde, yarıçapı doksan kilometre olan bir alanın dışına çıkmadı. Başarılı bir hukuk öğrencisiydi, hatta daha baroya girmeden bir davada babasını savunmuştu. Sonraları bu başarılarının ödüllendirildiğini görürüz. Daha otuz bir yaşındayken Napoli Üniversitesi’nde retorik profesörlüğüne getirildi. Kırk iki yıl sürdürdüğü bu görevinden sonunda istifa etti. Zaten bu görev ne prestij getiriyordu ne de yeterli bir ücret. 1723’te, aynı üniversitede herkesin göz dikmiş olduğu medeni hukuk profesörlüğüne aday olunca kaba bir şekilde geri çevrildi. Yoksul ve okuma yazması olmayan bir kadınla 1699’da kurduğu mutlu evlilikten dört çocuğu oldu. Gerçi aklıyla Napoli’de saygı görüyordu ve dışarıdan bakıldığında sakin bir hayat sürüyordu ama, daima yoksulluk sınırında yaşadı. Hatta özel dersler vermek zorunda kaldı. Tek tesellisi, bütün bu hüsran duygularının kamçılamasıyla ortaya koymayı başardığı büyük eseriydi. Engizisyon’dan yakasını kurtarabildiyse de, kolay yola getirilebilecek cinsten bir adam değildi. Kendini her türlü yerleşik Ortodoksluktan bağımsız gördüğü ortadaydı. Machiavelli , Bacon, ve Hobbes’dan etkilenen, ama tutarsız bulduğu Descartes’a karşı çıkan Vico, öncelikle toplumun kökenine ve dile ilgi duyuyordu. Belki de her şeyden önemli yanı, kendini inceleyerek insanlığa ilişkin incelemelerin öncüsü olmasıydı.

Alman filozof Wilhelm Dilthey (1833-1911) ile sosyolog Max Weber’in (1864-1920) çabalarıyla yaygın bir geçerlilik kazanmasından çok önce, Vico verstehen(anlama) kavramını icat etmişti. Aslında gerçekten de o kadar modern olmayan geleneğe göre her şeyden önce bizden beklenen, insan davranışını içeriden anlamaktır. Bir başka deyişle, değerlendirmekte olduğumuz her ne ise bunu empati yoluyla yaparız. Yani kendimizi başkasının yerine koyarak.


Descartes’ın akılcılığını sorgulayan Vico, bilgi için kendi dışında bir yere değil, kendi içine baktı. “sahici olan ile yapma olan birdir” diye yazıyordu. Evet, matematik “sahici”idi. Fakat bunun tek nedeni, insanlar tarafından yaratılmış olmasıydı. İnsanın dışında, boşlukta, kendi başına bir varlığı yoktu. Bu nedenle Descartes’tan farklı olarak Vico, genel anlamda saf bilimden çok insan etkinliğine ağırlık vermekteydi.

Öte yandan Vico, insan diline kurumlarına yaklaşımıyla o dönemde olabileceği ölçüde bilimseldi de. Dikkatli saha çalışmalarına dayanan modern antropolojinin tohumlarından birçoğunu “Yeni Bilim” adlı eserinde bulmak mümkündür. Vico’nun bir başka önemli yanı da tarihin kötüden daha iyiye, oradan en iyiye doğrusal bir akış göstermediği döngüsel biçimde hareket ettiği anlayışıydı. Kendisi buna “corsi e ricorsi” (büyümeden çürümeye) adını vermişti.


Vico’ya göre bir toplum kendi edebiyatının, mitlerinin, dilinin, hukukunun, sanatının, yönetim biçimlerinin, dininin ve felsefesinin ürünüdür. Vico’nun evrimci olduğu söylenegelmiştir ve bir bakıma doğrudur da bu. Ama hep ileriye, yukarıya ve daha iyiye doğru bir yönelimi belirttiğini söylemek yanıltıcıdır. Vico böyle bir şeye inanmıyordu. Toplumların nasıl evrim geçirdiklerinin izini sürmüştür, evet, ama nasıl çöküşe geçtiklerinin de izini sürmüştür. Kaosun, hatta unutulmuşluğa gömülmenin savunusunu üstlenir Vico. Çağının en nesnel düşünürüdür. Çok sık ortaya atılan yanıltıcı bir iddia da, insanlığın hayatında Takdir-i ilahi’nin etkili olduğuna inandığı için, Vico’nun Katolik bir filozof olduğudur. Vico o sefil işinden olmamak için her şeyi, duyarsız ve cahil papazlara dinden sapma olarak gözükmeyecek terimlerle ifade etmek zorunda kalmıştı. Siyaseten doğruyu savunanlar bugün nasılsa o zaman da öyleydi. Kendi yetersizlik duygularıyla hareket eden sadist ve ucuz adamlar, kendilerinden üstün gördükleri kimselerin hayatını mahvetmeye uğraşırdı. Vico gençken bazı arkadaşları, “Epikurosçuluk” suçlamasıyla Engizisyon tarafından cezalandırılmıştı.

Vico’ya göre insanların en samimi ve eksiksiz bilebileceği şey kendi varlıkları değil, kendilerinin ne yaratmış olduğuydu. Bilimde deney asla kesin olmaz, çünkü doğaya atfettiğimiz yasaları deneyle sınarken, doğayı taklit etmenin ötesine geçemeyiz. İnsanın kendi yarattıkları üzerinde deney ise daha kesinliklidir.


Yukarıda da kullandığımız empati sözcüğü aslında modern çağ denen şeyin başlarında atılmıştı ortaya. Yani Verstehen’in (anlayış) modern düşüncenin gereklerinden biri haline geldiği dönemde. Oysa insanlar ümitsizce ihtiyaç duyarlar empatiye, kendi kendini anlama ihtiyacı ise korkunç boyutlardadır. İşte Vico’nun eserleri bu iki ihtiyaçla doludur. Madem ki insanız, diye akıl yürütmüştür, insanın yarattıklarını her şeyden iyi bilmemiz gerekir. Dünya, tanrıyı kaybettiğine inanmaya başlayınca “kusursuz bilim” yanılsamasının ne kadar öldürücü boyutlara vararak dünyayı hükmü altına alacağını öngörmüştü Vico. Nitekim çok sonraları Nietzsche’nin gösterdiği gibi dünya, kültürel anlamda tanrıyı kaybetmişti elbette. Artık tanrının bir anlamı yoktu. Vico, kültürün yarattığı tanrı ile gerçek tanrı arasındaki farkı görebilecek kadar aydın bir insandı. Ne de olsa aydınlanma ve ansiklopedi çağıydı bu.


Vico ilk bağlamcıdır. Tarihin bir dönemini kendi dönemimize ait terimlerle anlamaya çalışmanın ciddi bir tahrifata yol açacağını görmüştür. Üstelik geçmişi anlamaya çalışıyorsanız, düş gücüne dayalı bir empati geliştirmek durumundasınızdır.

İnsanlığın ilk yarattığı şeylerin kaybolup gitmiş köklerini anlamak için “bellek sanatı” ndan yararlanmak gerektiğine inanıyordu Vico. Vico’nun iddiasına göre eski insanın elindeki güç felsefe değildi, şiir idi. Kısaca özetleyecek olursak insanlığın her çağı kendi sanatını, hukukunu, siyasetini geliştirmiştir. İnsanın bütün çabalarının temelinde dili kullanılması vardır. Bir toplumun durumunu anlamak için dili nasıl kullandığına bakabiliriz. Çeşitli dil tiplerini görkemli bir başarıyla sınıflandırmıştır Vico: Günlük konuşma dili, simgesel dil vb.


Vico belki biraz karamsardı, ama ne olursa olsun kesinlikle etkileyici bir tarzda inanıyordu ki bütün çağların, tarihin bütün döngülerinin yazgısı unutulup gitmektir. Ne kadar karamsar olsa da bunun nedeninin anlamak için Hinduizm’in ve ondan türeyen Budizm’in inceliklerine bakmalıyız; “hiçlik” ne demektir, bunun üzerinde düşünceye dalmalıyız.


Vico’nun ironiyle dolu olan eserleri, psikanaliz ve Freud’dan tutun da varoluşçuluk ve Sartre’a, dil ve Chomsky’ye, hatta Marksizm ve Marx’a kadar üç aşağı beş yukarı “modern” diye düşündüğümüz ne kadar şey varsa hepsini öngörmüştür. Görünmez, korkunç ölçüde anlık ve rastlantısal gerekliliklere göre davranan, ama yine de her zaman ilahi yazgıya tabi olan insanlık durumlarıyla ilgili olarak Vico’nun geliştirdiği bakış, şimdiye kadar olduğundan çok daha kapsamlı biçimde incelenmeyi hak etmektedir.

2 Haziran 2010 Çarşamba

GEORGE BERKELEY

GEORGE BERKELEY (1685-1753)


“Öznel idealizm” ya da kendisinin koymuş olduğu adla ”maddesizlik” öğretisi, Jonathan Swift ve Samuel Johnson gibi önde gelen çağdaşlarının gözünde sağduyuya sapkınca bir saldırı olarak nitelenen George Berkeley , çok erken bir döneminde defterine şöyle bir not düşmüştü: “metafizik gibi şeyleri yılmadan def etmek ve insanları yeniden sağduyuya çağırmak.” Berkeley’in “madde yoktur” anlayışını tümüyle yutacak çok az insan vardır herhalde. Bu anlayışı reddeden hatta fena halde yanlış anlayan Johnson’ın, yerdeki taşa bir tekme savurup “Bu düşünceyi, işte böyle çürütüyorum” dediği bilinir. Peki tamamen suçlamalı mıyız Berkeley’i? Ama öncelikle anlamak gerekiyor kendisini.

Berkeley’in felsefesi dikkate değer bir başarı sayılmalıdır aslında; üstelik felsefede, özellikle de bilim felsefesinde moda değiştikçe her an gözden geçirilip yeni bir şekle sokulabilecek niteliktedir. Zaten Avusturyalı fizikçi ve filozof Ernst Mach’la (1838-1916) başlayıp Albert Einstein ve kuantum fizikçileri ile devam eden modern bilim de göstermiştir ki Berkeley hiç de kimilerinin zannettiği gibi ahmak değildir. Onu ahmak zannedenler şu sözlerine pek dikkat etmemiş olsa gerek:


“varlığını reddettiğimiz tek şey madde ya da cismani tözdür. Bunun gerçeklikle bağdaşmadığını düşünen varsa, burada açıklananı anlamanın çok uzağında demektir. Doğadaki hiçbir şeyden yoksun değiliz.”


Yani Berkeley her şeyin bir yanılsama olduğu, insanların aslında hissetmediği, görmediği, işitmediği, acı ve haz duymadığı vb. iddiasında değildir. Johnson’un gazaba gelerek tekmelediği taş, Johnson’un ayağına ne kadar sert geldiyse Berkeley’in felsefesinde de o kadar sertti; ancak buradaki sertlik sadece bir sertlik ideasıdır.

Berkeley’in gerçekliğe ilişkin “sağduyu” görüşünü savunurken geliştirdiği argümanlar zarif, berrak ve oldukça hasistir: Aslında hepside İngiliz Fransisken düşünürü Ockhamlı William’ın (1285-1349) önerdiği çizgi doğrultusunda geliştirilmiştir. William (ki dindaşı Hıristiyanların zulmüne uğramıştı haliyle), “Ockham’ın Usturası” adını verdiği ilkeyi şöyle özetliyordu: Entia non sunt multiplicanda, yani “ varlıkları çoğaltmamalı” ya da kendi ifade biçimiyle “ gereksiz çokluktan kaçınmalı.” Bir başka deyişle, bir tanesinin yettiği yerde iki ya da daha çok şey kullanmayınız.

Johnson’un “çürütme”sine sempati duyarken arkadaşı Swift’in Berkeley’ye kapıyı açmayı şakayla karışık reddederek, nasıl olsa içinden kolayca geçip gideceğini söylemesi de bir başka örnektir.

Berkeley’in sevecenliği ve ruh güzelliği için dile getirilmiş samimi övgüler, felsefesini yıkmaya kararlı olduğu adama, John Locke’a gösterilmiş saygıyı kat kat aşar.
Berkeley, İrlanda’nın Kilkenny şehrinde doğdu. Dedesi, II. Charles’ın yeniden tahta çıkmasından sonra yerleşmişti oraya. 1700’de Dublin’deki Trinity College’a giren Berkeley, orada genellikle Locke’çu ilkelere dayanan bir öğrenim gördü. Ne de olsa 1688’deki devrimin ve hemen ardından “İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Deneme” nin yayınlanması ile kısa sürede dünyaca üne kavuşmuştu Locke. Oysa Berkeley hiç de öyle hırslı değildi.

Berkeley 1713’te ilk kez İngiltere’ye gittiğinde başlıca eserlerini yayımlamıştı bile: Halen önem taşıyan, hatta kimilerine göre en önemli katkısı olan “An Essay Towards a New Theory of Vision (1709, Yeni Bir Görme Teorisine Doğru Bir Deneme), “Treatise Concerning the Principles of Human Knowledge “ (1713, İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine) ve madde ile ilgili görüşlerini daha inandırıcı olacağını umduğu bir tarzda yeniden formüle ederek yine aynı yıl yayımladığı “Three Dialogues Between Hylas and Philonous” ( Hylas ve Philonous Arasında üç konuşma). Başka pek çok filozof gibi o da, temel görüşlerini çok genç yaşta geliştirmişti. 1871 de ortaya çıkan yirmili yaşlarında yazdığı defterlerinde sonradan yazdığı eselerinin tohumları bulunabilir.

1728 ‘de evlenen Berkeley, 1734’te İrlanda’daki Cloyne’a piskopos olarak atandı. Evlendikten sonra, piskopos atanmasına kadar üç yıl süre ile Amerika’da, çoğunlukla Rhode Island’daki Newport’ta kaldı. Amacı, Bermuda’da bir üniversite kurarak farklı ırklardan papaz yetiştirmekti. Fakat Avam kamarası’nın bu proje için taahhüt ettiği para bir türlü gelmeyince 1732’de geri döndü. Newport’ta kendi yaptığı ev bugün halen özenle korunmaktadır. Columbia Üniversitesi’nin ilk rektörü olan Samuel Johnson adlı bir filozof onun doktrinlerine inanmış, bir gün “geçerlilik kazanacaklarına” kanaat getirmişti. Berkeley ömrünün kalan kısmını çoğunlukla cemaatindeki yoksullara papazlık hizmeti vererek ve çoğu hastalığa iyi geleceğine inandığı “katran suyu” nun faydalarını anlatmakla geçirdi. Bu amaçla yarı tıbbi yarı felsefi bir eser de yayımlamıştı (1744). Bugün çoğunlukla “Siris” adıyla bilinen bu çalışması, onunla ilgili en başarılı kısa kitabı yazan İngiliz filozof ve şair, G.J.Warnock tarafından “tuhaf kocakarı inançları ile resmi bilgilerin düzensiz karışımı” diye nitelenmişti.

Berkeley’in felsefesi genel olarak tanındı; fakat sağlığında İngiltere’de çok az kişinin dikkatini çekti. Özünde bu felsefe, eserleriyle olabilecek en büyük popülariteye erişme ustalığını gösteren Locke’un hakim görüşlerine dayalı çağdaş bilimsel görüşe bir tepki niteliği taşıyordu. Eğitimli insanların çoğunluğunun benimsediği kabule göre dünya, Tanrı’nın mekanik bir şekilde harekete geçirmiş olduğu atomlardan (zerrelerden) oluşmaktaydı. Maddenin birincil nitelikleri ağırlık, biçim, büyüklük ve hareket idi. Bunlar maddenin özünde, iç yapısında yer alıyordu. İkincil nitelikleri oluşturan tat, renk vb. ise maddeden değil, bizlerden kaynaklanıyordu.


Voltaire gibi Fransız aydınlanması mensuplarının hiçbir eleştiriye tabi tutmadan Locke’tan olduğu gibi aldığı bu kavramlar kısa zamanda genel kabul görür hale geldi. Berkeley ise bunlara saldırdı; bunları sağduyunun sağlam ürünü olarak görenlere de sağduyu temelinde saldırılar yöneltti. Ona göre (Newton’un ki de dahil olmak üzere) bu teoriler, olgusal olmayan birer “faydalı teori”ydi; nitekim bundan ibaret oldukları da ortaya çıkmıştır.


Berkeley’in vardığı sonuç, maddenin varlığının mümkün olmadığı idi. Bu inancını dayandırdığı temel de yine infaz denecek ölçüde ampirikti. Öyle ki en kararlı ampiristlerden Locke bile yapamazdı bu kadarını. Berkeley’in argümanları Hume’un kinden çok farklı, ama ona rakip olabilecek, edebi niteliği son derce yüksek bir düz yazı ile ifade edilmiştir.

Locke’un evreni motor ve makaralardan, yay ve çarklardan oluşmuş dev bir makine gibi gören o dehşet verici, tanrı kavramından yapısal olarak yoksun anlayışı çok itici geliyordu Berkeley’e. Kendisinin en ufak bir tutarsızlığa düşmeden “yaratılışın gözle görünür güzelliği” diye niteleyebildiği şeyin “sahte bir muhayyel pırıltı’dan ibaret olabileceği düşüncesi nefret uyandırıyordu onda.

Locke’un ruhunda sıkıntı, kafasında karışıklık yaratan soruna, yani nesnelere ilişkin gerçekliğin, algıdakinden kesin biçimde farklı olması gerektiği sorununa Berkeley’in getirdiği çözüm, nesnelerin varlığını reddetmekti. “önce bir toz kopardık” diyordu, şimdi de önümüzü görememekten şikayet ediyoruz.” Kimse Berkeley’in yanıldığını kanıtlayabilmiş değildi. Ama görüşleri de fazla benimsenmemişti elbette.

Berkeley kısaca şunu söylemeye çalışmaktadır: “var olmak” demek “algılamak” demektir, o kadar. Maddeyi başından atmakla her türlü güçlükten kurtulmuş oluyordu. Ama inandırıcı olmayı da bekleyemezdi. Hele de ellerindeki bütün servetin, bütün malların, bir idealar toplamından başka bir şey olmadığını insanlara kabul ettirmeyi bekleyemezdi. Berkeley’e göre gerçeklik, idealar aracılığı ile sonlu, fani varlıklarla iletişim kuran sonsuz ve ebedi bir Tanrı’nın varlığıdır. Locke’un gayet elverişli maddeci ilkeleri doğrultusunda yetişmiş bir mülk sahibine hiçbir şekilde çekici gelmez bu görüş.


Berkeley’in maddesizlik görüşü konusunda Katolik ilahiyatçı ve popüler yazar Ronald Knox’un kaleme aldığı çok bilinen bir nükteli şiir vardır:

Bir genç adam vardı, ona sorarsanız,
“Herhalde, bu ne garip iş böyle, derdi Tanrı,
Eğer şu ağacı bir görseydi,
Halen dururken orada
Kimseler yokken Boşlukta.”


Nüktedancı bir şiir, ama Berkeley’in düşüncesinin özünü fena halde ıskalamış. Konox’un şiirine hınzırca ve isabetli bir cevap yetiştirilmiştir hemen:

Saygıdeğer bayım,
Derim ki ne garip iştir böyle şaşırmanız,
Ben her daim bu Boşluk’tayım,
Zaten şu ağaç da
Durdukça duracaktır orada,
Zira hep üzerindedir gözlerim,
Hürmetlerimin kabulünü rica ederim.
Tanrınız


31 Ekim 2008 Cuma

john locke hayatı düşünceleri

JOHN LOCKE (1632-1704)

Bir İngiliz olan John Locke büyüklüğü tartışılmaz filozoflar içinde en çok değer verileni ve seçkin olanıdır. Önemli ölçüde etkisi olmuştur. Teknik olarak usta biri değildi Locke. Ancak olağanüstü bir kavrayışa sahipti. Düz bir üslubu vardı.

Locke'un Essay Concerning Human Understanding (İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Denemeler) adlı eseri 1689 yılında yayımlandı, ama 1690 tarihini taşıyordu. 1689, Kral II. James'in “kansız devrim”le tahttan uzaklaştırıldığı yıldı.Locke'de devrimin ilkelerini tümüyle benimsemişti. Bu uğurda da uzun süre sessizce çalışmalarını yürütmüştü.

Yirmi yılı aşkın süreden beri yazdığı ve üzerinde değişiklikler yaptığı Deneme'yi sonunda yayına verdiğinde, bütün eksiklik ve kusurlarının tümüyle farkındaydı. Faciayla sonuçlanabilecek tekrarlardan ve tutarsızlıklardan oluşan metin, yazarının büyük filozof olaması nedeni ile bu acı sondan kurtuluyordu.

Spinoza ve Galileo'nun aksine, Locke çoğunlukla refah ve saadet içinde rahat bir yaşam sürdü. Düşünceleri, yaşadığı dönemde kabul görüp gelişti. Düşünsel zenginliğinin doruğunda olduğu yıllarda, İngiliz hükümetleri de köklü reformlar yapmaya koyulmuştu. Kralın yetkileri sistemli biçimd eazaltılıyor, dini düşüncede özgürlük gitgide yerleştiriliyordu. Otoriteryanizmin her biçimi yoğun ve aralıksız biçimde ateş altındaydı. Özellikle Bacon ve Hobbes, çok farklı biçimlerde de olsa bilimsel yöntemlerin önemini kabul ettirmişlerdi. Locke'la birlikte bilimsel ilerleme düşüncesi de gelişme gösterdi.

Locke haklı olarak felsefede Britanya ampirizm okulu diye bilinen okulun başını çeker. Britanya felsefesi bilgiye ancak sağduyuya dayalı deneyimle ulaşılabileceğini savunması açısından, Avrupa'daki akılcılıkla yollarını ayırmıştı. Hume'un daha da ileriye götürdüğü bu düşünce Locke tarafından Bacon ve Hobbes'un attığı temeller üzerine kesin biçimde yerleştirildi.

Serüvencilikten hiç hoşlanmayan, ömrü boyunca astımla didişen Locke, Somerset ilinde, iç savaşta I. Charles'a karşı savaşmış, kalın kafalı bir taşra avukatının oğlu olarak dünyaya geldi. İlk yayımladığı eser, Oliver Cromwell'e methiye biçiminde kötü bir şiirdi. Sonradan aynı ölçüde kötü aşk şiirleri de yazdı, ancak hiç evlenmedi. Oxford'a gitti ve orda öğretilen, üstelik önemini de iyice yitirmiş skolastik felsefeden nefret etti. Buna rağmen ortaçağ skolastik filozoflarının Aristotales'ten ürettiği “töz” düşüncesinden kurtaramayacaktı kendini. Locke için “töz”, “ne olduğunu bilmediği her şey” di.

1665'e gelindiğinde Locke, Oxford'a “ahlak felsefesi” öğretmeni olarak atanmıştı. Tıp alanında da bilgi edindi. Fazla deneyimi olmamasına rağmen Shaftesbury kontunun evinde hekim ve katip olarak görevlendirildi. Locke konta yapılan karmaşık bir karaciğer ameliyatına katıldı (1668). ameliyatı kendisi yapmadıysa da nezaret etti.

Diplomasi ve siyasette de belli bir rol oynayan Locke, II. James döneminin büyük bölümünü Hollanda'da sürgünde geçirdi. Çünkü Shaftesbury 1683'te karala ihanet suçlamasıyla karşı karşıya kalmıştı. Büyük Britanya tahtına William of Orange (oranje prensi William) çıkınca Locke'da ülkeye döndü. Yeni yönetim onu önemsiz görevlerle ödüllendirdi. Locke eski sevgilisi Lady Masham'ın evinde öldü; artık başkasıyla evli olan Lady Masham, Lock'u himayesi altına almıştı. Öldüğü sırada başucunda Mezmurları okuyordu ona.

İngiliz ampirizminin babası olmanın yanısıra, Locke haklı olarak liberal demokrasinin de kurucularından biri sayılır. Amerikan anayasasında onun fikirlerine yer verildiğine kuşku yoktur. Her nekadar felsefesinden kaynaklansa da, siyasi fikirleri başka iki kitapta ifadesini bulmuştur: “Two Treatises on Goverment” (Devlet Yönetimi Üzerine İki İnceleme) ve “Letter on Toleration” (Tahammül üzerine Mektup).

“Deneme” adlı eseri ise dört kitaptan oluşur. Locke I. Kitapta Platoncu ve akılcı düşüncedeki doğuştan gelen idea(idea innatae) anlayışına saldırır. Bu anlayış Spinoza, Descartes ve Leibniz ile ilişkilendirilmiştir: İnsan zihninde der; üzerine gerçek doktrinleri inşa etmek üzere önceden mevcut,”doğa tarafından oraya konmuş” hiçbir şey yoktur. Doğduğu anda insan zihninin boş bir kağıt(tabula rasa) gibi olduğu şeklindeki meşhur tanımlaması buradan gelir. Demek ki Locke, insanların içlerinde herhengi bir “bilgi”yle dünyaya gelmiş olabileceği anlayışına dayanamıyordu.
II. kitapta, bütün idealarımızı deneyime (duyum ya da yansıtma, içgözlem deneyimine) dayandırabileceğimiz biçimindeki ampirist tezini geliştirir. Buradaki açıklamaları öyle karışıktır ki, ne demiş olabileceği üzerine tartışmalar halen sürmektedir.
III. Kitapta, dilin yapısına ilişkin bir açıklama sunmayı dener. İnsanın hertürlü bilgisinin öznel olmak durumunda olduğunu öne sürmek açısından Kant'ın habercisi olmuştur. Yani bizim işimiz gerçeklikle değil, zihnimizdeki gerçeklik ideasıyladır. Locke hiçbir şey bilmediğimiz şeylere “suskun bir tanımazlık” içind ekalmamızı önerir.
Bütün kitaplar içind een az doyurucu olanı , ama insanı en çok düşünceye sevk edeni IV. Kitaptır. Bu kitapta anlaşıldığı kadarıyla Locke, ampirik bir temelden hareketle akılcı bir sonuca varır.

Locke'un insan zihnine ilişkin açıklamlarının modern psikolojinin temelini oluşturduğuna kuşku yoktur. Locke Briyanya'da felsefeye muazzam miktarlarda sağduyu kazandırmıştır. Kendinden sonra gelen Kant'ın yaptığının aksine, Locke düşün alanındaki ampirizmini, samimi bir şekilde beslediği tanrı inancıyla bağdaştırmayı başaramamıştır ya da istememiştir.

Locke, bilimden epey bir safra attığı gibi, bir dereceye kadar özgürlüğün savunucusu olarak Pane ve tabi ki Thomas Jefferson gibi düşünürler esin vermiştir. Ona karşı gerçek bir korku ve hürmet besleyen Voltaire'in Locke için yazdığı ünlü saygı yazısını herhalde hak etmiştir:

“Ruhun serüvenlerini hikaye eden nice filozoflar çıkmıştır, oysa şimdi öyle bir bilge varki karşımızda, daha da mütevazı davranıp tarihini yazıyor ruhun. Nasıl ki mükemmel bir anatomi bilgini insan vucudunun mekanizmasını gözler üzerine sererse, Locke'da insanların gözü önünde aklı geliştirmiştir. Her noktada fiziğin tuttuğu meşalenin yardımıyla kimi zaman onun doğrulama cüretini gösterir, ama kimi zaman da ondan şüphe etme cüretini. Bilmediğimiz ne varsa tek bir kapsamlı tanım içinde toplamakyerine, bilmeyi arzu ettiklerimizi derece derece keşfe çıkar.

17 Mayıs 2008 Cumartesi

DÜŞÜNEN İNSAN HAKKINDA DÜŞÜNCELER

Homeros’um ben antik Yunan’da. Troya Savaşı’nın bitmez tükenmez kılıç sesiyim havada çarpışan. Üzerinde orduların vuruştuğu, atların koşuştuğu, kimsenin bir daha hatırlamayacağı, cansız yere düşmüş basit bir savaşçıyım belki. Odysseus’um ben nice savaşlardan dönen, yüreğinde zaferin kıpırtısı hiç bitmeyen. Nice destanlara, şiirlere konu oldu serüvenlerim. Helen uğruna on yıl çarpıştım, gizledim sevda uğruna yaptıklarımı.

Bir zamanlar Konfüçyüs’tüm tarihin gizemli tünellerinde dolaşan. Uzun sakalımla gezindim bütün Çin’i, bıkmadan usanmadan anlattım erdemli insanı her gördüğüme. İktidar ve güç kavgalarının arasında hümanizmi fısıldadım tüm kulaklara.

Anadolu’da dünyaya getirmiş annem beni. Hipokrat’ım ben batıl düşüncelerinizi yerle bir eden. Halen bile adıma yemin eder hekimleriniz. Düşüncelerimle ışık tuttum size binlerce yıl önceden.

Gün gelir, bir öğlen vakti kadeh tokuştururum İskender’le. Benden aldığı güvenle büyür cesareti. Aristo’yum ben mantığınızdaki zincirleri kıran. Ben anlattım Marks’a diyalektiği Akademia’da ayaküstü.

Platon’um ben, şimdi okuduğunuz üniversitelerin ilkini kuran. Akademia’nın soğuk koridorlarında yazdım devletin dinamiklerini. Anlamadınız beni binlerce yıl sonra bile. Adımla anıldı yaşayamadığınız aşklarınız. Gizemine ve güzelliğine varamadığınızı görüyorum halen platonik aşkın. Bir gün astılar hocam Sokrates’i felsefeden aydınlıktan korkan, kendine devlet adamı diyen küçük insanlar. Yitirmedim ustama saygıyı ölürken bile.

Dünyayı geometri teoremlerimle uğraştıran Eukleides’im ben. Şekil verdim yaşantınıza paralel doğrularla. Öğretmeninizin tahtaya çizdiği bir üçgenim. Matematikten değil benden korkarsınız aslında. Sonsuz bir doğruyum geçmişten geleceğe çizilen.

Roma İmparatoru Augustus’u destanlara konu eden şair Vergilius’um ben. Sahtekar ve iki yüzlü bir imparatordan kahraman yarattım istemeden. Kartaca’da aşık ettim Aineias’ı Dido’ya. Dizelerimde sevdiler birbirlerini. Oturup onları izledim satırlar arasında.

Kopernik’im ben güneş sistemini teoriye bağlayan. Karanlıkta yürürlerken yollarını aydınlattım düşüncelerimle Galileo’nun, Kepler’in, Bruno’nun. Gökyüzünde parıldayan bir yıldızım ben ışığı engizisyon karanlıklarında gezinen.

Montaigne’im ben yaşam üzerine düşsel gezintiler yapan. Yazdıklarım yükseldikçe, büyüdükçe küçülttüm kendimi kelimeler karşısında. Unutmayın; “istediğiniz kadar yüksek sırıkların üzerine çıksanız da yine kendi bacaklarınızla yürüyeceksiniz. Dünyanın en yüksek tahtına da çıksanız yine kendi kıçınızla oturacaksınız.”

Zırhını ve kılcını kuşanmış Cervantes’im ben. Don Kişot’la yürüdüm üzerine yel değirmenlerinin. Atım Rosinente kadar yoktur aklı “yüksek tabakanın” görgü dolu beylerinin, bayanlarının. Köylü Sancho Panza’da buldum gerçek dostluğu. Cesaretiniz yok benim kadar görüyorum, başınızı döndüren yel değirmenlerinin üzerine yürümek için.

Merkezine yerleştirdim dünyayı güneş sisteminin. Kepler’im ben, çıraklık ettim bilim adına ne varsa. Beyinlerinizdeki karanlık dehlizleri doldurdum, düşüncelerimle. Camdaki buğuyu siler gibi sildim gözlerinizdeki perdeyi. Her şeye rağmen bilime inandım.

Ulu mahşer olur divan kurulur. Suçlu suçsuz gelir anda derilir. Piri olmayanlar anda bilinir. Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan. Pir Sultan’ım arşa çıkar ünümüz. O da bizim ulumuzdur pirimiz. Hakka teslim olsun garip canımız. Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan. Pir Sultan Abdalım gülüm dermişler. Şu şirin canıma nasıl kıymışlar. İsteyene dünya malın vermişler. Sensiz dünya malın neylerim dostum.

Bilimsel düşünce de yöntemler üzerine çalıştım. Günlük yaşantınızdaki kargaşanın ve gereksiz özentilerinizin sizi bilimden uzaklaştırdığını görüyorum, şimdi olmasam da yanınızda. Bacon’ım ben tümdengeldim, tümevarırım.

Teleskopumla izledim evrendeki doğru bildiğiniz yanlışları. Bilim olmadan insan karanlık bir labirentte dolaşır durur. Galileo’yum ben inkara zorladığınız teorilerin kuramcısı. Bıkmadan usanmadan uğraştınız arkadaşlarım ve benle. Dünya yuvarlak demesem de ne kaybeder dünya şeklinden. Dünya sizi değil bizi hatırlayacak oysa.

Bazen dövüştüm bazen savaştım. Çarpıştım yabancı bayraklar altında. Bazen bacaksızları yola getirdim. Ama hep dolaştım durdum kırlarda. Bazen günlerce bazen yıllarca. Sürdüm beyaz atımı dörtnala. Nerede bir boğuşma olduysa dövüştük birlikte cesurca. Yeşil fundalıklar içinde çürüyüp gitmeden, artık zamanıdır küheylanım. Onurumuzla ölmenin. Bertolt Brecht’im ben dünyayı halk tiyatrosuna çevirmek isteyen.

Özgür düşünceyi savundum, korksam da Bruno’yu saran alevlerden. Şüpheciydim doğadaki kavramlara karşı. İnsanı araştırmaya iten şüphe değil midir? Her şey doğada karşıtıyla vardır mutlaka. Ve karşıtını yaratır her eylem. “düşünüyorum, öyleyse varım” dedim, yüzlerce yıl sonra bilen varım. Descartes’im ben var olmaya da devam edeceğim. Ya siz? Yok olmak için bütün çabanız.

Gezdim durdum insanların arasında. Yaşamla olan çelişkilerini gözlemledim ellerindeki izlerde. Onların hikayelerini, zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olmayanların hikayelerini anlatım durdum. Demir bir ökçeye sıkıştırılmış insanlığı diriltmek oldu tek çabam. Jack London’ım ben “demir yolu serserileri” inden biri.

Her şey hareket halindeki maddeyle açıklanır, tek içsel gerçeklik harekettir dedim yüz yıllar önce. Düşünce ve tutkularımızın kaynağı hareket halindeki maddedir aslında. Bencil ve mekanik doğanızı eleştirdim, hükümranlığa boyun eğmeyin diye. Görüyorum ki esir olmuşsunuz gittikçe sizi yöneten su canavarına. Thomas Hobbes’um ben psikolojinizin iç gözlemcisi.

Duygularıyla yargılamaya alışkın olanlar akıl yürütme sürecini anlamaz, çünkü ilk bakışta görür onlar ve ilke arama alışkanlıkları yoktur. Diğerleri, yani ilkelere göre akıl yürütmeye alışkın olanlar ise tersine duygu meselelerinden hiç anlamazlar, bunlar hep ilkelere bakar ve ilk bakışta göremezler. Blaise Pascal’ım ben yüreğin mantığı ile aklın mantığını çarpıştıran.

Bir bireye öylesine bakarken, ondan ister psikolojik terimlerle söz ediyor olalım ister fiziksel terimlerle, onu tek bir birey olarak düşünürüz. Fiziksel bir olay zihinsel terimlerle açıklanabileceği gibi, zihinsel bir olay da fiziksel terimlerle açıklanabilir. Spinoza’yım ben; İnsan kendi duygularına tutsak oldu mu, kendi kendinin efendisi değildir artık, tarihin insafına kalmıştır. Felsefe tarihindeki yerimi aldım ben, siz düşünün gerisini.

Dünya beni nasıl görüyor, bilemeyeceğim; ama ben kendimi, deniz kıyısında oynayan bir çocuk olarak görebiliyorum ancak. Gerçeğin okyanusu, bütün o keşfedilmemiş enginliği ile önünde uzanırken, arada bir yüzeyi diğerlerinde daha pürüzsüz bir çakıltaşı, yahut sıradan deniz kabuklarından daha gösterişli bir kabuk buldum diye sevinen bir çocuk. Isaac Newton’ım ben kütlenizin çekim kuvvetini bulan

Popüler Yayınlar